Gönderen: Asker Avşar
Tüm Beyin Yapıcı Okurlara, En Derin, En Samimi Saygılarımla.
Bu satırları okumaya ömrünüzden zaman ayırdığınızın farkında olan bir insanım. Bu zamana layık gördüğünüz için de, belki kalem efendiliğe soyunanlar arasındaki;, hissiyatı en yüksek ve hassasiyeti ince ayarda olanlardan biri olduğuma da inanıyorum. Sizlerden tüm ciddiyetim ve samimiyetimle, bu satırları okurken, önyargılarınızı bu yazı bitene kadar rafa kaldırmanızı, usul ve mantık açısından, bu gezegene az önce gelmişcesine, size sanki daha önce hiç tanımadığınız birini tanıtıyor olduğumu düşünerek değerlendirin, yazdıklarımı..
Ve, yazı bitince; önyargı, şuurüstü ve şuuraltı, yan yargılar, tetikletiyi algılar ve daha ne kadar farkındalık unsuru varsa hepsini kullanın ve yazıyı da dahil ederek, yorumunuzu son hükmünüzü o şekilde paylaşın benlerle..
Tüm samimiyetimle, bunu rica ediyorum..
Kelam-ı rüşvet derler eski kalem erbabları, ben de diyeceğim, müsaadenizle. Kelam-ı rüşvet veya daha bir Türkçeleştirirsek, "rüşvet kelamı" nedir, ondan bahsedelim evvela...
Rüşvet kelamı, tıpkı rüşvet parası gibi, rüşveti verenin arzu ettiği istikametin gerçelleşmesi için verilen ön ödemedir..
Herhangi bir şahsa, bir işinizi yaptırmak için para veya herhangi bir şey vaad ettiğiniz gibi, okuyucuya da, "Bak ben tam da senin hoşuna gidecek şekilde yazıyorum" dedirtecek bir girizgah, kelam rüşvetidir...
Ben de sizdenim, hissi verdirmek. Yükselen değerlere göre yazmak. Hakim güç her ne ve her kim ise, ona uygun yazmak çizmek, hep bu rüşvet kelamıdır..
Benim için, kelamın rüşveti, namusu payimal etmekten farksızdır..
Şahısları kıymetli veya kıymetsiz bilemediğim ancak rüşvet kelamı verdikleri yıllardır farkettiğim ve kalem efendilerince bilinenler vardır :
Bir vakitler Hürriyet'te yazan Serdar TURGUT, bugünlerde Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve Hizmet Cemaatine kaynama çabaları ile bir kelam rüşvetçisidir...
Ertuğrul Özkök, bu işin mimlenmiş, belgelenmiş, hakkında kitaplarda sayfalarca bilgi belge ve tanııklık içeren metinler mevcut olan bir başka kelam rüşvetçisidir..
Mesleki eğitim açısından, daha evvelinde bilgisayar mühendisliği, elektronik, iibf'de iktisat fakültesi, kamu yönetimi bölümlerinde 10 yıla yakındır zaman harcamış "yolun yarısındaki" bir insanoğlu olarak, yakında da "radyo tv ve sinema" bölümüne kaydolacağım. Bu bahisle, içine zaten ki 10 yıldan fazla süredir bilfiil dahil olduğum basın yayın camiasına, diplomalı ve lisans - disiplin eğitimi alarak da dahil olacağım için, kelamın hassasiyet noktasına, her zamankinden daha da dikkat eder hale geldim.
Çünkü, 2003'te yazdığım yazıyı karşıma dikip, "Bak, Başbakana kızmışsın. Lübnan'a asker gönderiyor diye" racon kesenlere, "O karşı çıkışın gerekçesi bugün de vakidir. O karşı çıkışın gerekçesi, o karşı çıkışı takip eden en az dört farklı MGK toplantısında da, tartışılmıştır, diyebiliyorum..
Kibir saymamanız ricasıyla, 'Sıradan Türk Genci' olarak, ülkemin ve milletin canlı bir hafıza bankası olma zorunluluğu duyduğumu ve her Türk Evladının da, kızıyla oğluyla bu endişeyi duyması ve sorumluluk hissederek, milletinin tarihine ve ülkesinin menfaatlerine karşı öğrenme merakı ve bildiklerini anlatma, paylaşma çabasında olması gerektiğine inanıyorum...
Esasen; Ecevit'in ölümünü, 10 gün kadar öncesinden bas bas duyururken, niyetim -af buyrun- artizlik yapmak yahut Don Kişotluk masumiyetinde şapşallık sergilemek değildi. Niyetim oydu ki; Bir ülkenin başbakanın hayatına kasedilmiş ise, bu demektir ki, BU ÜLKEDEKİ HER VATANDAŞ, her an kim vurduya gidebilir...
Nasıl ?
Birini rüşvet alırken gördünüz mesela...
Birini, makamını forsunu kullanıp, bir başkasını cinsel olarak istismar ettiğini gördünüz mesela...
Birilerini siyaseten faka bastırdınız, üzerinde şantaj sebebi sayılacak bir manzaraya, hiç istemediğiniz halde şahit oldunuz mesela...
Okumamanız gereken ve okuduğunuz için, birilerinin çok ciddi tezgahına çomak sokabileceğinizi düşündüler mesela...
Yahut, bir icad yaptınız. Bir aparat geliştirdiniz ve bu o sektörde büyük paralar götüren Küresel Sermayenin yerel patronunu rahatsız etti mesela...
Eğer, - bu konuda af buyurmasanız da olur - sıradan bir hayat yaşıyorsanız: "Yerim içerim, sevişirim.Uyur kalkar gezerim, Doğar büyür gelişir(!) ve ölürüm" diyorsanız, hayatı bundan ibaret görüyorsanız, bahsettiğim risklerden hiçbirini taşımıyorsunuzdur ve muhtemelen, ilkbaharda ağaç ağacın bir yaprağı olarak, sonbaharda dökülüp, toprağa karışması gibi, bir ömür süreceksinizdir...
Yukarıdaki betimlemelerden, tüm beyin yapıcı vatanseverleri tenzih ederim...
Bu fakir, bu satırları yazarken, esas olaya gelirse, şunları söylemek icab'eder :
Ben (kahrolası benlik) 5 yaşında okumaya başlamış, o günün imkanları içinde fevkalade sınıfına giren bir zeka idim. Bugün ise, şartlar daha yaygın ve daha kolay erişilir olduğu için, memlekette - özürsüz - doğan doğan çocukların neredeyse tamamı bu fevkalade zeka sınıfa dahil edilmektedir..
Beş yaşında okumaya başlamış. 6 yaşında tüm gördüklerini, özel eğitimli dayılarından teyzelerinden öğrendikleri ile seri okuyan ve tüm okuduklarını okuma esnasında dahi özetleyen biri oldum. Bu bir meziyet midir? Evet. Bu beni farklı ve özen yapar mı? Evet. Üstün yapar mı? Tüm samimiyetimle; hayır...
Üstünlüğün uhrevi manada takvada, kanun ve cemiyet hayatında ise erdemli ve fedakar bir vatandaş olmakla mümkün olduğunun farkındayım..
Peki nedir, çabalarımın amacı ?
30 yıldır aralıksız okuyan bir beyin olarak, 2001 yılından öncesine kadar, derin ve abartılmış bir mütevazilik içerisinde boğuldum. Saçlar dökülüyor, bir şehit haberinde günlerce o şehitin ailesini, o şehidin yaşayamayacağı hayatı düşünerek kahroluyordum...
Çocukluk ve mahalle, okul arkadaşlarımdan üçü Şırnak'ta şehit edildiğinde, kime kızacağımı, hatta kızgınlıkla ne yapıp yapamayacağımı dahi bilmiyordum...
Yeğenlerim kuzenlerim Şırnak Tugay Baskınında ağır yaralanınca da,i ne yapacağımı bilemedim..
Psikolojik dengelerim asla bozulmadı ama psikiyatrik ve nevrotik dengelerime derin saldılar olduğunu, bu ülkedeki tüm beyin yapıcıların ve adaylarının, neroşirujik vaka adayı olduğunu da söyleyebilirim...
Toplumsal Hafızamıza saldırıldığı gibi, psikolojik harbin en derin stratejik saldırıları ile ülkemizin beyin yapıcı zekalarını da, ya doğmalaştırıyorlar yahut önyargılara boğarak, bizleri birer slogancı, birer ideolojik (ideolojisizlik de, bir hiçlik ideolojisidir) mankurt yapıyorlar, yapmaya çalışıyorlar...
1999 Depremi ile bendeki tüm önyargılar çözüldü. Tabiri caiz sayılsın; tüm kutsallarıma yüksek dozda elektromanyetik dalgalarla boğmaca yaşadım...
Mesela, 2 sene boyunca, ciddi ciddi "Allahsızlığın kıyısına gidip gidip döndüm..."
Bir saniye bile Allahsız bir kainat düşünemedim. İstediğimi biliyorum. Kayseri Develili meşhur edip ve düşünür Seyrani'nin, kendisini "siyasi hicvlerinden dolayı sürgün edecek olan Sultan Abdülmecid'e (yanılıyor olabilirim. Belki de Abdülaziz'dir.) ithafen yazdığı dörtlük, beni kendime getirmiştir :
Diyor ki Seyrani Ustamız :
Bozmak mümkün ise aklın bikrini
Haydi boz, bakir iken dul gönder beni
Hakk'ın (c.c.) mekanından özge bir mekan
Bulmak mümkün ise, bul gönder beni...
- Seyrani -
Hakk'ın olmayan bir mekan bulamadım...
İçimdeki nefs denen benlik duygusunun kontrol edilemez alt beyin - sürüngen beyindeki karşılığı, acılarımdı...
ACILARI OLANLAR, ANLAŞILMAK İSTENİR. YANİ, O ACILARI BAŞKALARININ DA ÇEKMESİNİ İSTERLER..
Bu değişmez kuralla savaştım uzun süre...
Yenmenin tek yolu vardı. Acı tek bir yönden saldırıyordu bana :
Hakkındır. Acını anlamaları için, Acı yaşatmalısın..
Oysa, iki yıldan fazla didiklediğim Mevlana'nın Mesnevi'sinde kendime bir türlü çare göremedim. Ta ki birgün, bir takvim yaprağındaki , Celallettin Rumi Hazretlerinin : "CAN HABERDEN İBARETTİR" sözüne rasgelene dek...
Buradaki , Arapça aslı ile bilgi, dıştan gelen olgu bildirimi demek olan haberin, Mevlana Celallettin'in dilindeki anlamı nedir bilmiyorum ama bana ilham ettiği şu idi :
Yaşamak istiyorsan, dıştan sürekli bilgi ile zenginleştireceksin kendini. Çünkü, durgun su nasıl kokarsa, durgun bilgi de kokar, kokutur, insanı yozlaştırır..
Bu sebeple, kendimi "Devinim ve değişim manasındaki Devrimci bir çizgiye taşımak zorunluluğu hissettim...
Önce 1999 - 2003 arasında ne buluyorsam okumaya başladım. İş hayatım çok daha düzenli ve iyi kazandığım için de, işin büyük çoğunluğunu da yetiştirdiğim teknik personele yüklediğimden, okumaya çok zamanım oluyordu. Sözüm meclisten dışarı; cinsellik yok, kumar yok, gece hayatı yok. tatil yok,. 37 yaşımı bitiriyorum ve ciddi manada iki günü aşan tek bir tatil yapmadım hayatımda...
Okudum..
Can haberden ibarettir, diyordu ya Mevlana. Bilginin pornografik ve marjinal eylemsel (ideolojijik yüklem) içeren türleri hariç, her türüne kucak açtım..
Okumalarım rafineleştiğinde, Batı Felsefesine giriştim. 2002 ve 2003'ün ilk zamanlarında, felsefede at oynatıyordum. İdealizmin kafama göre, istersem ilk kırk türünü esas alıyordum ve Batıya keyfime göre, hakettiğinin yüzde biri kadar bile olmayan ama her türlüsünden polemik zaferleri kazanacak şekilde saldırabiliyordum...
Felsefenin büyük itibar gördüğü Batı Dünyasının, mekanik toplumsal yapısına, Buchner ve Merkantilist yaklaşımları kadar, bir o kadar da zarar verenin, metafizik gerilimden yoksun kalmaları olduğunu farkettim..
Farkettiklerimden emin değildim. Türkçe'de bu farkedişlerimin anlık veya zaman dilimi içinde bir kısa süre için geçerli olmaları da mümkündü. Mesela, ister eşcinselikle siyaset stajını tamamlamış Sezar'a bakın, isterseniz kendilerine "ilahlık" sıfatı almak için çırpanmış, Nemrut, Firavun Ramses, Hitit Kralı gibi davranın, farketmez. Hepsinde de, bir zaman dilimi sözkonusudur...
Fransız İhtilalini halen de, "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" diye okuyan, okutan saflar var mı, üniversitelerde ? Var..
Gerçek bu mudur, peki ?
Elbette hayır..
Koca Fransa ayaklandırılmış, 100 bin civarında adli ve siyasi tutukludan, sadece Bastil'deki siyasi olan Masonlar, Yahudiler serbest bırakılmıştır..
Geçen Yüzyılın En Büyük Soykırımcısı sayılan Adolf Hitler, ilk saldırdığı Polonya'ya niçin saldırdınız diye sorulmuş olsaydı, "Saldırmak aklımızda bile yoktu. Ama, Yahudiler, geçen hafta, 58 bin Polonya Vatandaşı olan Alman kökenli esnafı, çiftçiyi, işadamını, sanatçıyı, bilim adamını, subayı kurşuna dizdirmemiş olsalar, Polonya'ya girmek aklımıza bile gelmezdi, diyecekti...
Batı Tarihini ise Samoa Adalarından alın inceleyin, isterseniz Nikargua'dan. İsterseniz Breziya'daki "Komunist İhtlallerin" hemen hepsinin de Yahudi Kanından olanlarca başlatıldığını görün isterseniz, Rusya'da devrimi ilk başlatan Lenin'in, nasıl İsviçre'de bir eli yağda bir eli balda, İngiliz Yahudilerinin parasıyla yaşadığını ve nasıl o Rusya'da başa geçirildiğini sorgulayın..
Tarihin her dönemi, bir küçük senaryodur..
Tüm bunları okurken, farkettiğim metafizik eksikliğin, Batı Dünyasının cesur gelişmelerine rağmen niçin sömürücü bir güç dışında başka birşeye dönüşemediğini gördüm..
Mesela bir cennetvari olmasa da, bir hoşgörü medeniyyeti kuramaz mıydı, Batı Dünyası ?
Mesela, işgal ettikleri Kuzey Amerikan Kıtasında, 70 milyon Kızılderiliyi, 300 yılda öldüre öldüre, 150 bine indirmeleri önlenemez miydi ?
Mesela, 130 milyon yerlinin yaşadığı tahmin edilen Güney Amerika Kıtasında, bugün yerli nüfusu Kuzey Amerikaya göre şanslı olsa da, sömürücülerin Batılı veya Uzakdoğulu Masonlar olmasını nasıl açıklayacağız ?
Altın işçiliğinde bilinen dünyanın en gelişmişleri olan Peru, Bolivya, Meksika yerlilerinin, altını gündelik hayatta kullanan ve para gibi bir artı değer yüklemediklerini, aksine kıymetli kumaşlar gibi, görkemli bir sanat eseri hammaddesi görmelerini niçin BATI DÜNYASINDAN gelen kaşifler ve sömürücler farketmedi ?
350 milyon kilo altın ve gümüşün soyularak, Avrupa'ya getirildiği Amerika Kıtası bir yana, üçyüz yıl sömürdükleri Çin var. Yerlilerini neredeyse sıfıra indirdikleri bir Avustralya kıtası var...
Sıkı durun : Daha 130 sene öncesine kadar, Hindistan'ın Batı ve Kuzeyinin bir TÜRK İMPARATORLUĞU olduğunu bugün Dünyanın Yedi Harikasından biri olan TAÇ MAHAL'ın Sultan tarafından, doğum yatağında ölen Karısı Şah Cihan Sultan Hatuna hediye ve ölünce de, anısına yapılmış bir eser olduğunuzu biliyor musunuz ?
Aynı Hindistan'ın o sıralar tek devlet iken bugün yedi devlet olarak parçalandığını ve 2 gün önce, kuzey ve güneydeki elektrik şebekelerinin çökmesi sonucu, siz bu satırları okurken, halen de elektriksiz olarak, 3 gündür, 600 milyon Hintlinin elinin kolunun bağlandığını biliyor musunuz ?
Bilgi, herşey değildir ama çok, çok, çok şeydir...
Bunu yaptım..
Milletime, çalıştığım insanlara, aileme, dostlaırma, ülkemin biri hariç 80 vilayetine, 80 vilayetten kardeşlerime faydalı olmak istedim...
500 kitap dağıtan kokanaları, (süslü kadınları) tüm yaz ekranlarından - geceyarısından sabahlara kadar reklam yaptıran anlı şanlı büyük tv kanallarına kızdım. 150 küsur yoldaşımla, bu ülkede 1999'dan 2009'a kadar, 200 bin kitap dağıttık. Çöpe atılası ansiklopedileri değil. Cidddi ciddi, gayet temiz, belki üçte biri yeni alınmış romanlar, öyküler, şiirler, felsefe, tarih, sosyoloji, sinema, gezi, teknoloji, tıp, mühendislik, sanat konulu 200 bin kitap...
Madalya mı bekledik ?
Hayır...
Mütevazilik midir yaptığımız ?
Hayır...
Az sonra değineceğim bir noktaya takıldı gönlümüz, fikrimiz. Budur..
Vatanseverliğin ve inancın bir zorunluluk olduğu hali yaşamaya başladık...
Gönlünüzden geçmez, eminm. Ancak, dünya sömürücülerle dolu...
Japon, Alman, Fransız, Çin, İtalyan başta olmak üzere, dünyadaki çocuk pornosunun bu sayılan ülkeler en üst düzeydeki işadamlarının (!) hizmetinde olduğunu öğrenince, mideniz bulanır...
Organ mafyasının, Batı Dünyasından gelen taleplerle büyüdüğünü öğrenince, mideniz bulanır...
İnsan kaçakcılığın ve ucuz işgücünün, bizzat Batı Dünyasınca istenen bir talep olduğunu öğrendiğinizde, mideniz bulanır...
İkinci Dünya Savaşından önce, Afrika ve Uzakdoğu Asyadan getirilen ucuz işgücünü kullanan, devasa Amerikan çiftlikleri, ağır endüstri sektörleri, İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşından sonra, bu işi resmileştirdi...
Ülkemiz de dahil, birçok ülkeden, Batı Ülkelerindeki işgücü açığı için, insanlarımız istendi..
Gidenlere, teknik meslekler verilmedi. Kapı süpür, çöp boşalt diye basit işler de verilmedi. Kanser olacakları kaçınılmaz, lağımın pisliğin bulaşığın hem gıda hem kimya hem maden hem ağır sanayinin diğer dallarındaki işleri verildi..
İnsan sömürücü; emek ile başlıyor, ucuz işgücü ile devam ediyordu. Organları için kaçırılan Filsitinliler, Afganlılar, Iraklılar, Somaliler...
Çocuk pornosu için kaçırılan Rus çocukları, Tayland çocukları, onurumuza yediremesek de müslüman ülke çocukları...
Topyekün bir insanlık sorunu ile karşı karşıyayız...
Ne yapacaktık peki ?
Elde silah, bu işin sorumlu "saydığımız - sandığımzı" birilerini ve bir yerleri yakmak yıkmak çözüm olabilir miydi ?
Zaten yakıp yıkanlara, onlar gibi saldırmak, onların sistemiyle(!) ile saldırmak ne inancımıza, ne tarihi milli karakterimize, ne de insan olmak vasfımıza denk düşmek, layık olmazdı..
Öyleyse, insanlığın uyandırılması gerekiyordu...
Kim yapacaktı bunu ?
Yeryüzünde kötülük nasıl yayılmışsa, kötülüğün emrine menfaat için takılmış ne kadar beyin yapıcı satılmışlar varsa, işte bazıları, belki o bazılarının arasında olmak niyetiyle, bizlerin de yapması gereken, karşı duruşu sergilemek..
Kara Orduların karşısına, insanlığın iyiliksever kanadını temsilen, çapımıza bakmadan, bulunduğumuz yer bir köy de olsa, az işçinin çalştığı bir atölye, bir küçük devlet dairesi, bir okul, bir sınıf, bir mahalle bile olsa, herkes bulunduğu yerde, sömürü karşısında, özellikle de küresel sömürü ve emperyalizm karşısında, hakikatı haykırmalıydı..
Batıya dair okuma ve öğrenmelerim, onay istiyordu. Yanıldıklarım olabilirdi. Eksik bilgiden kaynaklanan, yanlış yorumlarım olabilirdi. Yerli olan, bizden olan, bizim dilimizden, bizim gönlümüzden bakan, gerçekliğini ve tarafsız tahlili ciddiye alacağımız beyinler olmalıydı...
Din adına hüküm veren cübbeli cübbesiz birçok ismi kasetlerinden, dergilerdeki yazılarından, kitaplarından inceleme koyuldum. Büyük kısmına bakınca, nefesim kesiliyordu. Hazreti Muhammed'in "Din kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Din kolaylıktır" hadislerine inat, neredeyse aldığımız nefesi bile haram sayanlardan korktum...
Niyeti sorgulamayan; "Hatice'nin güzelliği yerine, neticenin vahametine" giyotin masalarını göreve davet eden bu din baronlarından korktum...
Korkutmayan, göreve sevkedenler azalmıştı. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin, para vererek talebe aradığı günler geride kalmıştı. Kendisi de rahmete iltica etmişti zaten...
Said Nursi'nin "İslam'ın bin yıldır bayraktarlığı yapan necip Türk Milletine kılıç çekilmez" sadasının yerini, etnik ırkçılık almıştı...
İmam Rabbani'nin "Mektubat'ını" tavsiye edenlere, peki Müceddidi Elfi Sani, geometriye nasıl bakardı, diye sorsanız, kahir ekseriyeti yüzünüze bön bön bakardı...
Her oldu, kendi zaman simetrisinde tahlil edilmeliydi. Zaman ve mekan üstü biricik hakikat, Kitap'la gönderilenlerdi ve onların dışındaki her evliya, asfiya, veliyullah, faniliğin tozundan yanlışından nasiplenmişti. Öyleyse onlar yetmeyecekti bize...
Mikrobu keşfeden Batı değil, Vahdetçi duruşun baştacı isimlerinden Muhyiddin Arabidir ancak, Kuranı Kerim tefsirlerinde, hadisleri doğru yorumlayayamış niceleri, mikrobu tasfir ve tavzif edeceği hususlarda, mikrobun niteliklerine bakıp, bir arslandır, bir yrtıcıdır demekte bile beis görmemişlerdi..
Tefsir neticede tefsir idi ve müfessirini bağlardı hitamında...
Meali Mushaf'ın kendi saymak kadar, her cübbeliyi, alim sanmakta dehşet bir gaflet olarak karşımızda zuhur ediyordu...
Günümüze yakın ve anlayacağımız şekilde, kafa yormuş, bir ömür boyu okuduklarını, gözlemlerini, tarihi analitiği karşımıza serip, hakikatin yollarına taş döşemiş beyin cengaverlerini aradım..
Yakın tarihte, bir Cemil MERİÇ bulduk. 1916 doğumlu ve 77 yıllık hayatının ilk 38 yılını aşırı miyop olarak, son 33 senesini de kör olarak yaşayan bu dehşet düşünce adamı, benim ve çoklarımızın fikrince, son üçyüzyıllık bulanık düşünce dünyamızın baştacı aydınlık kafalarından nadide isimlerinden birisidir...
"Kıtaları atlas kumaş gibi biçerdik. Alemde bir biz var idik, bir de küffar..." diyen Cemil MERİÇ, benim için susuz kaldığım çölde, içine atlanası bir okyanus gibi göründü...
Peşine, ülkesinde kadri bilinmemiş ve bugün bile hakettiği tashihçi ve tahlilcileri bulamamış bir başka okyanus olan Üstad Nurettin TOPÇU çıktı..
Düşünce ahlakını atomaltı parçacıklarına ayıran bu deha düşünce bayrağımız, "İsyan Ahlakı" ile öylesine yol rehberliği yapıyordu ki, Nurettin TOPÇU talebeliğini başarıyla bitirmiş her kafa, devlet vazifesinde kabiliyeti nisbetinde yararlanılması gereken idareci ve ıslahatçı olarak yeralmalıdır, diye düşünmeye başladım..
Erol Güngör'le devam eden dşünce maratonunda, karşıma en evvel çıkan ve en son yeniden dikilen ise Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi oldu...
Tam da burada bir bamteli koptuğunun farkındayım...
İsteniyor ki, hislerimize tercüman olunan bir "asker avşar" varsa, bu tercüman, yandaş olsun. İsteniyor ki çoklarınca; yazsın, daha çok yazsın, hem de her an yazsın konuşsun ancak, bizim beynimizdeki, nefsimizdeki, menfaatlerimizi dile getirsin...
Oysa yazdıklarımla, ne Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yandaşlarına, talebelerine, ve o cemaatin mensubu olduğunu beyan ve iddia edenlere yaranabilirim, ne de onlara muhalif olanlara...
Kadrolaşmak gibi, sınav rezaletleri gibi, üstlerine itham edilen bir çok hadisede, rezaletin ifşasına kurşun sıktığım için yazılarımda, sevmiyor çoğu...
Beni sadece, Hizmet'in banisi ve talebe - okul hizmetindekiler sevsin kafi. Müessese mesulleri, ticaret şubelerinin, iktisadi fakülte ve cemiyet hayatının yön verici mevkiisine gelenler, o Cemaatte beni sevmeseler de olur. Aslında, sevmemeleri hem daha çok işime gelir, hem de düşüncemin bakirliğine de, bikrine de daha muvaaffık bir delil teşkil eder...
Vatan sevgimizi, millet sevgimizi görenlerin, sağdaki her düşünceye bizi etiketleme gayretine de, yaban düşüyorum. MHP'li diyemiyorlar. AKP'li diyemiyorlar. SAĞ dyemiyorlar ve bazen diyemeyenler kahroluyor, bazen de o cenaha itmek - çekmek isteyenlerin başarısızlığı, onları kahrediyor...
Devrimci Yüreğim derken, sola selam çakacağımı sanıyorlar. Çakmıyorum. Çakmayacağım da. Sol, hususiyle Üstadım Cemil Meriç için de sabittir, Nurettin TOPÇU için de, Erol GÜNGÖR içinde...
Bu üç üstadımın da, hepsi soldan gelmiştir. Hepsi sosyalist bir ömür ve düşünce ufku sürmüşler hayatlarında. Ancak, üçü de, ortak bir tespitte ve bence Cemil MERİÇ'in bir sözünde buluşmuşlar :
HER ÖZGÜR DÜŞÜNCE ADAMI, MİLLETİNİN MENFAATLERİ HAYKIRMAKLA SORUMLUDUR..
Düşünce Adamı mıyım?
Buna "evet" demem ne kadar bayağılık olacaksa, "hayır diyecekler de kadar, delilsiz, önyargılı olurlar. Kararı, sağlam beyin yapıcılar verecektir. Ve en önemlisi, efkarı umumiyet, herbirimize, son nefesimizi verdikten sonra, belki beş yıl içinde belki geçmişte olduğu gibi bir asır içinde yapacağı sosyolojik, sosyo psikojik, stratejik tahlillerle kıymet derecesi verecektir....
Her Türk Evladına düşen vazife, bu kıymetin en yüksek derecesine talip olmak ve elde etmek içinb bir ömür sürmektir...
Tüm bunların ışığında, vatanseverliğin ve milletperverliğin en üst dimağına ister dini hissiyat ve hassasiyetle varın, isterseniz devrimci duygularla, isterseniz vatanseverliğin teorik ve partik halleryle varın, netice değişmeyecektir...
Vatanseverlik bir doğal meziyet olduğu gibi, bir milli özellik, bir milli genetik kodlama olarak karşımıza dikilir...
Bugün, Çerkezler diye bir kavim varsa karşımızda, bu kavmin tarihi kodlarında "Çer/Savaşcı - Kes/Kimse" demektir diyeceksiniz ve siz Türklüğün hakiki koluna mensupsunuz diyerek, bağrınıza basacaksınız.
Ancak, Çerkezcilik rüyasına bulaşanlar, bir ayrımcılık ve fitneye teşne olanlar çıkınca da, karşılarına Atakan MERT gibi kıymetli Çerkezleri dikeceksiniz, Atakan Mert ne diyorsa, odur diyeceksiniz...
Mesela, Avrupa Birliği komiserlerinden (iş yöneticisi) gelip de, İstanbul Şile'de Çerkezleri örgütlemeye çalışanları öğreneceksiniz. Ankara'da "Her Çerkez yakasına bir gümüş rozet takarak, birbirini her hal ve mekanda tanımalıdır..." diyecek kadar etnik örgütlenmeye çalışanlara, biz sizin 7 yıldır, 17 yıldır, 27 yıldır farkındayız, diyeceksiniz..
Bugün, Türkmen kökenli 5 bin dolar milyoneri olan ülkemizde, 47 binden fazla Çerkez, Musevi (Boşnak, Laz, Gürcü, Arab, Kürtmen, Arap zengin vardır diyeceksiniz ve bu ülkede hiçbir alt kökene bir ayrım olmadığı için bu insanların bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olabildiğini işte bu bilgi ispat eder diyeceksiniz...
Sayılara takıllmayın. Belki benim 5 bin dediğim 7 bindir. Belki 47 bin dediğim, 42 bindir. Önemli olan oran bu derece açık ve farklıdır..
İzmirli, Eski CHP'nin geçmiş dönem milletvekili Canan ARITMAN, Çankaya'daki Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah GÜL için, "Babaannesi Ermeni'dir" dediğinde, ne oldu? Kıyamet mi koptu ? Sayın Cumhurbaşkanı da, "hayır değildir" dedi mi? Ben, "Hayır" dediğini duymadım, demişse de...
Peki Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanlığında, Horasan Türk'ü olduğu halde, Kürtleşmiş, zaten de, varsın Kürtleşsin ama, Yeni CHP'nin genel başkanlığındaki Kemal KILIÇDAROĞLU, etnik kökeninde Kürt ve meşrebinde Alevi değil mi ?
Bu sorun mu? Yüzde 26 oy alan CHP'nin Genel Başkanına, belki Alevilerden yüzde 5 oy geldi, belki yüzde 10. Geri kalan yüzde 16 ?
Barzani'nin adamları denilmesinde kendilerinin de mahsur görmediği Leyla ZANA, milletvekili değil mi ? HAK-PAR adında parti, İstiklal Marşımızı okumadan ama Türkiye siyasi partiler kanuna göre parti olarak kurulabiliyor mu ?
Şehirleri basan, bebekleri öldürenlere rağmen, bu terörü yapanları Meclis'te "gerilla" diye selamlayanlara, bu ülke, "Milletvekili" diyerek, maaş vermiyor mu ?
Veriyor..
Dünyada hiçbir ülkenin ve coğrafyanın izin vermediği kadar, teröre kucak açmış, hatta kendi teröristini destekleyen bir başka ülke daha olmadı, olmamıştır, olmayacaktır da belki:
- Türkiye hariç...
Oysa, dünyada beşbin yıl önce Kadim Irklar var iken, yani Nuh Peygamberin oğullarına bölüştürdüğü kadim toprak paylaşımından sonra, SAM ırkı ikiye bölündü: Araplar ve Yahudiler diye...
Aynı ırktan olan Araplar ve Yahudiler, bugün bile birbirilerinin boğazını sıkıyor....
Asya'daki Sarı ırkın ve türevlerinin derdi hiç bitmedi..
Kuzeyli Irkların tümü, YAFES'e ve oğullarına bağlandı.
YAFES'in oğlu TÜRK, Yafes Oğullarının büyük kısmını bir boy halinde toplayınca, tarihte ve Tevrat'ta onlara TRAKYALI- TUROK - TRK(sessiz harflerle) TÜRK, TURk- TARK denildi...
Daha bu yıl çevrilen ve John Carter ismiyle vizyona giren, 19 yüzyılda, Amerikan Ordusunun Kızılderili katliamalarından bıkmış bir adamın, ışınlanarak, Mars'a gidişini anlatan filmi incelerseniz, oradaki TERM denilenlerin Talmud'un (Tevrat'ın şişirilmiş tahrik edilmiş hali) Hahamlarına benzediğini, TARK denilenlerin de, atlı - cengaver, liderliğe ve hüküm sürme koşullarına, klandakilerin cezalandırılma ve iyi savaşçıların mutlaka bir cengaver dişli (kurt, köpek, aslan) beslediğini anlattığını görürsünüz...
Bunu, MATRIX (Metriks) filmlerini izleyip incelediğinizde, yeraltı insan şehrinin isminin ZİON (Sion. Kutsal Dağ. Bizdeki ismiyle Zeytin Dağı) olduğunu ve Morpeüs'ün kullandığı geminin ismini de Babilli Kral, Yahudileri dünyaya dağıtan sürgün eden NABUKADNAZAR'ın ismini taşıdığını görürsünüz...
Yüzüklerin Efendisinde, GAL DÜZLÜĞÜNÜN, ROHAN AT BEYLERİNİN, klan sisteminin, savaş beylerinin düzen tertip ve cenk tarzlarının, uruk boylarına saldırıştaki savaş stillerinin, ölüleri yakma, iz bırakma, beye itaat, krala itasat figürlerinin hepsinin de, Türk olduğunu göreceksiniz. GAL DÜZLÜĞÜNÜN bir İngiltere'de GAL DÜZLÜĞ, bir de yanılmıyorsam RİZE'de GAL DÜZLÜĞÜ veya YAYLASI olduğunu öğrenince daha da şaşıracaksınız...
Aishwarya Rai'nin güzelliğini gördüğünüzde, Mumbai'li olduğunu öğrendiğinizde belki birşey değişmeyecektir. Ama Mumbai başta olmak üzere, Batı ve Kuzey Hindistan'da beim de dahil olduğum Oğuz Avşarlarından büyük kitleler olduğunu öğrenince şaşıracaksınız...
Nuh'un oğlu Yafes'. YafeS'in oğlu Türk. Türk'ün oğlu Kara. Kara'nın oğlu Oğuz. Oğuz'un oğlu Avşar. Avşar'ın oğlu İslam Bey. İslam Beyin oğlu... Recepli Avşarları. Beş kardaşla Kayseri Pınarbaşı'ndan çıkmış ve Çerkezleri - Azeri Türklüğünü kurtarmak için 93 Harbi'nde Kars'a, Ardahan'a, Iğdır'a, Erzurum'a, Erzincan'a, Sivas'a, Amasya ve Tokat'a götürülen Avşarlar dediniz mi, bana da ulaşmanız mümkündür...
Bu bir kronolojik soy seceresi değildir...
Bu, bir tarihsel vakanın determenizmidir...
Bir nehire iki kere girebilirsiiniz ama, ilk girdiğiniz, asla ikinci girdiğiniz nehir değildir. Su değişir, akış değişir, debisi değişir, sıcaklığı değşiir, içeriği değişir çünkü...
İnsanlık serüveni de böyle...
Her insana saygı...
Yunus'un diliyle : Yaratılanı hoş gör, Yaratan'dan ötürü...
Bu mantıkla devlet imparatorluklar kurduk...
Bu mantığı kaybedince, devlet imparatorluklar kaybettik..
Türk, kurduğu tüm imparatorlukları, içten çürüme ve yıkılmaya kaybetmiştir. Hiçbir devlet, gücüyle Türk'ü esir edememiş, diz çöktürememiş ve işgal edememiştir. Tüm işgaller, yıkmalar içten yıkılmanın sağladığı avantaj olmuştur düşmana. Düşman
Niçin ?
Tüm bu yazıları okuma sabrınız kadar, tüm bunları açıklama sebebi mi bir tutarak değerlendirin lütfen :
insanlık ülküsüne yaptığımız katkılar, her defasında bizi bölünme ve yıkılmayla sonuçlandırdıysa, bu yanlış üzere gittiğimiz için değlidir..
Bu, hoşgörümüzü kaybettiğimiz içindir...
Çanakkale'de canımıza kasdedenlerin ordularındaki, çoğu da ne için savaşa getirildiğini bilmeyen Müslüman Senegalliler, Müslüman ve Hindu Hintliler, Kuzey Afrikalılar, ne için geldiğini iyi bilen Yahudi Katır Birlikleri ve ve ve..
Avustralyadan gelenler. Yeni Zelanda gibi, dünyanın öteki ucundan getirilenler, Çanakkale'de ölünce, onlara da kabir yapmışız. Onlara da mezar taşı dikmiş, "ölünle şeytan bile uğraşmaz" mantığından daha da ileri bir hoşgörü ve şefkat ile, Gazi Mustafa Kemal Paşa ne demiştir ?
"....Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar, gözyaşlarınızı siliniz. Evlâtlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler, onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır....."
Vatanseverliğimizin ve millyetperverliğimizin en üst şefkat ve düşünce zirvesi, bence bu sözlerde saklıdır...
Bu sebeple, dün yazdığım yazıda : Ahmet Kaya'yı seviyorum, sizi değil" başlığını atarken, tahrik etmek istedim beyinlerimizi. Sıcaktan bunalmış, Mübarek Ramazan Orucunun ruhlara serpiştirdiği ulviyet ve hoşgörü nazarlarına, en can derdimiz üzerinden saldırdım..
Çünkü...
Bizim olan, orosbu ablaları, hırsızları dahi, sadece biz döveriz, sadece biz yargılarız, sadece biz sevebiliriz...
Lenin'in heykellerini yıktı Ruslar. Ama gidin de, siz de iki kötü laf edin, bakalım izin verecekler mi ?
Fransızlar, Napolyon'a kaa göz dalarlar. Bir yandan Fransa'ya onur ve asalet katmış bu Korsikalıya hayran olurken öte yandan milyonlarca Fransız Evladını ölümlere götürdüğü için akıl sınırlarını aşar, küfürlerin en yeni üretilmişleri sarfederler...
Ama sıkıyorsa, iki kelime de siz konuşun olumsuz olarak Napolyon hakkında, bakalım izin verecekler mi?
Rahmetli Attila İlhan, rahmetli Necip Fazıl, Rahmetli Nurettin TOPÇU, rahmetli Cemil MERİÇ gibi, Fransız okullarında yahut bizzat Fransa'da tahsil görmüş olanlara bugün bile ülkemizdeki Fransız Dame de Sion veya Saint Michael gibi Fransız okullarında tahsil görüp de, 1950 - 2010 arasında Fransaya tahsilgidip, giderken liberal veya sol görüşlü olup da,i geldiğinde vatansever milliyetperver olan zeka ve deha sahibi, beyin yapıcılarımnıza sorun ? Nasıllar diye ?
Fransa'nın solcusu liberali demokrati bile, faşistin önde gidenidir...
İspanya öyledir...
Fransa öyledir...
Neredeyse her Fransız bir başkaAvrupa dilini bilir, eğitimli ise. Ama bir Fransız,i İngilizce konuşmaz. Tüm dünyada televizyona "televizyon" denir o ülkenin şivesine, telaffuza uygun şekilde ama ALmanyada denmez..
Dilde faşist, özde faşist, düşüncede faşist Batı Dünyası bile, kendisinin olan faşistleri bile, severken ve söz ettirmez iken, bizdeki cehalletin sürüklediği, iyiniyetin sürüklediği bazı insanlarımızı, peşinen etiketlemek istiyoruz...
Deniz GEÇMİŞ, sola emanet edilemeyecek kadar vatansever, sola emanet edilemeyecek kadar Anadoludur...
Sol derken, Solcu olmayı, demokrat sosyalist olmayı sananlara, hele yavaş gelin, önce determinist solculuğu öğrenin, sona ne kasdetmişsem, onu eleştirin diyorum..
Bir, rahmetli Gün SAZAK, bir Adnan KAHvECİ, bir Recep YAZICIOĞLU da, sağa emanet edilemeyeek kadar vatanseverdir, aydın kafadır, Anadolu Çocuğudur ve milli hazinedir...
Rahmetli Özal'ı Siyasal İslamcılara yazamazsınız. En Kızıl Komünisti de, en koyusundan Turancıyı da, kendisine danışman almış Özal'ın tüm önemli reformist işlerde liberal vatanseverleri kullanmasını gözönüne alınca, o devrin yolsuzluklarını, alçaklıklarını bir kenara koyun ve yönetim ve geklişmede, Özal'ı da, Siyasal İslamcılardan da, Muhafazakar bayağılıklardan da uzakta bir yere oturtunb, size emanet edilmez deyiverin...
Hayatına şu ana dek en az üç dört kez kasdedildiğine inandığım, inandığımı bilgi saydığım ve en son "Beyzbol Sopalı Obama ile görüşmesinden de" mesajı aldığımız Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ı da Siyasal İslamcılara yazamazsınız...
Peki, Ahmet Kaya niçin karı Gülten Hanımın Ağabeyi olan Yusuf Hayaloğluna düşünce ve eylemde benzeyemedi. Mesela niçin rahmetli Hayaloğlu gibi, etnik kökenden kurtulmuş, dini inancını kimlk yapmamış biri olamamıştır Ahmet KAYA..
Yusuf Hayaloğlu, Horasan'dan geldiğini biliyor. Türklüğün kuşatıcı tavrını biliyor ama nasyonel bir miliyetçilik benisemiyor. insanlık ülküsüne felsefi bakabilmiş ve bu yönü dar bir kitle hariç bilinmeyen Yusuf Hayaloğlu var karşımızda.
Peki Ahmet Kaya ?
Yüreği engin, sesi nadide bir delikanlı olan Ahmet KAYA, tek kelime Kürtçe bilmediği halde, nasıl oldu da, "Kürtçe klip çekeceğim" diye meydan okudu ?
Kim onu teşvik etti ?
Geriye dönelim ?
Slogancı solculardan, sağcılardan, sözde millyetçilerden ve henüz farkında olmadıkları bir dünyaya, sadece hissiyatla saldıranlardan uzakta, az geriye saralım..
Kürtçü sandıkları Musa Anter'i kim öldürdü ?
Susurluk Araştırma Komisyonu üyesi Gaziantepli Bedri İntetahtacı'yı kim öldürdü ?
Özal'dan sonra ANAP'ın başına geçse, hem ilk Trabzonlu Başbakan olacak,i hem de ilk elektronik mühendisi, yüksek lisansını tıp elektronik gibi özell nitelikli bir alanda yapmış Adnan KAHVECİ'yi kim öldürdü ?
Denizli'nin maden yataklarını koruyan ve milli menfaatleri korumayı, canıyla ödeyen Şehit Recep YAZICIOĞLU'nu kim öldürdü ?
Sayın Başbakanın iki kez hayatının kurtulmasına, Cenabı Hakk'ın memur ettiği Muhsin YAZICIOĞLU'nu kim öldürdü ?
Ülkücülüüğü adam öldürme, Solculuğu Devrimcliği adam öldürme, futbol taraftarlığını bile adam öldürme sebebi sayanlara değil sözüm...
Bu ülkenin Deniz GEZMİŞ'ini, bu ülkenin Ahmet KAYA'sını, ele geçirmek isteyen ve kısmen geçirmiş etniikçilere bırakmayacağım...
Tek başıma kalsam da, alay da edilsem, bedel de ödesem, Adnan Kahveci'den tutun da Bedri İntetahtacıya, Marksist görünen ama kitaplarında, kendisine Turancı dememiş bir Turancı - Demokratik Ulusalcı göreceğiniz rahmetli Uğur Mumcu'ya kadar bu ülkenin olan tüm kıymetleri seveceğim...
Benim için zordur, yazı yazmak...
Yazdıkça işimden oldum...
Yazdıkça dışlandım...
Yazdıkça korktu dostlarım ...(!)
Yılmadım...
1999'dan bu yana yazıyorum...
Geldiğim noktada, 12 - 13 yılın sonunda, iltifat görmeye başladım. Yabancı elçiliklerin hiçbir davetine katılmladım...
Geldiğim noktada valileri, genelkurmay başkanları, üniversite hocaları, ev kadınları, üniversite öğrencileri ve sülalemden aşiretimden, hiç tanımadığım yürek ve beyin frekansları ile uyuştuğum, vatanseverlik izdüşümlerinde ortak payda paylaştıklarımdan iltifat görmeye başladım..
Gidişatım nereye bilmiyorum...
Rezil bir son veyahut çoğumuzun gönlünde yatan, devletin tepesine doğru mu ? Bilmiyorum ve gönlümde makam mevkii sevgisi varsa da, Allah beni kahretsin...
Tek dileğim, bu ülkede çok acılar gördüm ve anlaşılmak için de, başkaların da acı çekmesini istemekten, kendimi zor bela kurtardım, son anda..
Şimdi, sevmekten bahsetmek istiyorum...
Bizim olan orospu ablaları bile, Mevlana'nın sevdiği gibi seviyorum : Siz ki, fenalık işlemesinler diye, çoğunun ateşini soğutuyorsunuz. Muhabbetim bu nazarladır size" demişse, o ülküden, o inançtan, o dinden beslenerek, seviyorum ben de...
Orospuya "orospu" demeyi yasaklamış bir dine mensubuz...
Hırsıza bile, meslek yapmadığı takdirde, hırsızı değil devleti "sen bu hrısızlığa sebep olmayacak kadar adil ve vatandaşını besleyen, koruyan, sahip çıkan olmalıydın" diyen bir Türklük aşkından ve devlet terbiyesinden geliyoruz...
Ülkemin 'Malum Ablalarını da' seviyorum...
Yaptığı hırsızlığı meslek haline getirmemiş hırsızlaır da seviyorum..
Ben, itildikleri ve mecbur bırakıldıkları halleri unutup, cinayet katili olduğu halde, siyasi kahraman olarak haketmediği kadar göklere çıkartılan Yılmaz Güney'i de seviyorum..
Hiç kahramanlık göstermediği ve Atatürk'e suikasd girişiminde bulunacağını bile Sakallı Celal'in yazdığı Nazım Hikmet'i dahi, Yahudi olan anne tarafı dedesine bakarak değil, Paşa olan vatansever baba tarafından vatansever olan Türk dedesi tarafından bakıp, Türk Diline ve Türk şiirine olan tutkusu ve katkısı sebebi ile seviyorum...
Ahmet Kaya'yı da, sevmeye devam edeceğim...
Kahpeliğin Çocukları, Bu Türk Çocuğunun üzerine etnik bir şal, mezarının üstüne dinsiz ideolojilerini örtmek istese de...
Acılarımdan arınmışım çünkü, öfkelerimden değil...
Sevmekten ve sevgiyi yaymaktan, dağıtmaktan yanayım çünkü...
Top benden çıktı artık. Sıra Sayın Başbakan'da, Oral Çalışlar'da ve Gülten Hanımda...
***
Okuma sabrınızdan dolayı, en derin teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum...
Asker AVŞAR
Milyonluk Müslüman Kentlerinde, üç gün üç gece, orucunu su ile açan, sahurunu su ile kapatan Fakir...